15 Ağustos 2012 Çarşamba
3 Ağustos 2012 Cuma
2 Ağustos 2012 Perşembe
MÜSLÜMAN OLAN KANADALI KIZIN HİKAYESİ
Yer:
Istanbul, Türkiye
17 Temmuz 2012 Salı
BONCUK
BONCUK/ÇOCUK EDEBİYATI/ÖYKÜ/Mustafa Baydemir
BONCUK
Ahmet,
garip bir hüzünle kafesteki kuşa bakıyordu. Bu bir muhabbet kuşuydu.
Yeşil tonu ağır basan, siyah yeşil karışımı bir kuştu. Kuş, kafesin bir
telinden diğerine sıçrıyordu. Kendisinin oyalanması için kafesin içine
konan ayna, merdiven, salıncak gibi nesnelere aldırdığı yoktu. Onun
gözü, kafes dışındaydı. Ahmet’le göz göze gelince, umudu daha bir arttı.
Çırpınışlarını ve sıçrayışlarını sıklaştırdı. Karnı tellere yapışıyor,
gagası kafesin dar telleri arasından dışarı çıkıyordu. Bu görüntü
Ahmet’te bir yarasa çağrışımı uyandırıyordu. Bir daha göz göze geldiler.
Kuş, hırçınlıklarına bu kez çığlıklarını ekledi. Ahmet’e yalvaran
gözlerle bakıyor, aynı durum sesindeki acıklı tonda da seziliyordu.
Ahmet bunun, beyninde hemen tercümesini yaptı:
- Ahmet abi, ne olursun yalvarırım, beni dışarı çıkar!...
Ahmet’in verdiği cevap, oldukça umut kırıcıydı:
- Hayır Boncuk!... Bir süre dışarı çıkmak yok…
Ahmet
bu sözleri sert bir biçimde söylerken, işaret parmağını da, “Seni
seni!...” gibilerden, kuşa doğru sallamayı ihmal etmedi.
Üç
ay ne de çabuk geçmişti. Ahmet Boncuk’un üç ay önce geldiği ilk günü,
ondan önceki muhabbet kuşunu hatırladı. Boncuk’la değiştirmişlerdi onu. O
kuş, Boncuk’un aksine tam bir kafes hastasıydı. Her şeyden ürker,
korkardı. Kafesiyle birlikte bir komşumuz hediye etmişti. O kadar
korkaktı ki, bir gün Ahmet kafesin içine bir çift kiraz asmıştı; bu
kirazlarla oynayacağını, onları gagalayacağını sanmıştı. Yanıldığını
hemen anladı. Çünkü kuş, kirazları görür görmez, telaşla her zaman
tünediği plastik dala kendini zor atmıştı. Bir daha da tünediği daldan
ayrılmamıştı. Bu yüzden bir gün aç kalmamıştı. Korkusundan yemliğe
gidememişti. Sonunda Ahmet, kirazları kafesten çıkardı da, zavallı kuş
rahat bir nefes aldı.
Zamanla,
dokunsan çığlığı basan bu kuşa, evde herkes cephe almaya başladı. Hele
Ahmet’in babası “vahşi” diye nitelediği bu kuşu, bir başka kuşla
değiştireceğinden sık sık söz eder olmuştu. Bir gün evlerine Hayrettin
adında bir misafir gelmişti. Bu, babasının bir arkadaşıydı. Sık sık iş
değiştiren bu kişinin, bu kez de kuş üretimiyle meşgul olduğunu
öğrenince, babanın gözleri parladı:
-
Aman ne diyorsun sen Hayrettin!... Seni gökte ararken yerde buldum. Şu
bizim kuşu ürettiğin kuşlardan biriyle değiştirelim. Ama bunun gibi
korkak, ürkek, pısırık olmasın.
-
Ayıp ettin üstadım!... Lafı mı olur? Aramızda teklif mi var? Ben şimdi
giderken bu kuşu götürürüm, yerine çok güzel yavru bir kuş var, onu
getiririm. İstediğin gibi büyütürsün. Bir sürü kelime de öğretebilirsin.
Kuşçu
Hayrettin gerçekten de sözünde durmuştu. Eve süklüm püklüm, ayakta zor
duran bir muhabbet kuşu getirmişti. Doğrusu tüm aile şaşkın şaşkın “Bu
da ne?” gibilerden, birbirlerine bakıyorlardı. Oyuna mı gelmişlerdi
yoksa? Kimseden çıt yoktu. Zeki kuşçu, durumu hemen kavramıştı. Herkesin
tedirginliğini gidermek ister gibiydi:
-
Bu kuş daha yirmibir günlük. Günü dolunca anaları kuşların yemini
keser, gagasıyla yumurtadan ilk çıkan kuşu diğerlerinden ayırır, dışarı
iter. İşte size getirdiğim bu yavru, daha anasından ayrılalı bir saat
olmadı. İlk yemini sizde yiyecek.
Kuşçu
gittikten sonra Boncuk elden ele dolaştı. Nereye bıraksan orada
duruyor, öylece hareketsiz kalıyor, şapşal şapşal bakınıyordu. Avuçlara
yemler alınıyor, yemesi için zorlanıyordu. Böylece saatler saatleri
kovaladı. Kuş hâlâ kursağına bir tek yem almamıştı. Çaresiz, üzüntülü
bakışlar arasında kafese kapatıldı. Umutlar yarına kaydırıldı. Yarın her
şey düzelebilirdi. Yarın Boncuk yem yiyebilir. Yarın pırr diye oradan
oraya uçabilir. Yarın kim bilir, belki ellere, omuzlara, kafalara
konabilirdi. Gerçekten de Ahmet, beklentilerinin tümünün olmasa da, bir
kısmının gerçekleştiğini, ertesi günün sabahında gördü. Sabahleyin
erkenden kalkıp, dosdoğru Boncuk’un kafesine gittiğinde, onu yem yerken
buldu. Güçlükle yiyiyordu. Ama yiyordu ya, önemli olan buydu. Kafesi
açtı. Boncuk’u parmağına kondurması pek zor olmadı. Kuşun dünkü
miskinliğinden sanki hiçbir iz yoktu. Bir ara kuş kanatlarını oynattı.
Uçacak mıydı yoksa? Dikkat kesildi Ahmet. Sesiyle cesaret verirse, belki
uçar diye düşündü:
-Haaydi Boncuk hoop!... Uç bakalım!...
Diyerek,
kuşu sedire bıraktı. Kuş oralı olmadı. Sedirin üstünde pıtır pıtır
yürümeye başladı. Bu da bir şeydi ama, Ahmet buna pek sevinemedi.
Uçmadıktan sonra, "yürüsen ne yazar" diye içinden geçirdi. Morali
bozulmuştu.
Kuşu,
sedirde paytak yürüyüşleriyle baş başa bırakıp, televizyonu açtı.
Kanallardan birinde bulduğu çizgi filmi izlemeye koyuldu. Neden sonra
aklına Boncuk geldi. Sedire baktı. Bomboştu. Telaşla, arayan gözlerle
sağa, sola bakındı. Yoktu. Masanın altı, koltukların altı, bakmadığı yer
kalmadı. Aman Allah’ım!... Hiçbir yerde yoktu. Ev halkı henüz
kalkmamıştı. Doğrusu onlara durumu bildiremezdi de… Çünkü daha dün
alınan bir kuşu, bugün kaybetmenin özrünü kimseye açıklayamazdı.
Durumu
düşünmek için sedire uzandı. Birden gözlerine inanamadı. Boncuk
oradaydı işte. Şaşkın bir dikkatle tavana bakarken, sevincinden
neredeyse küçük dilini yutacaktı. Kuş flüoresan (floresan) lambasının
üstündeydi. Lambanın metal koruyucusuyla tavan arasında öylece duruyor,
yalnızca kuyruğu görünüyordu.
Ahmet
şimdi de sevincinin yarıda kesilmesine neden olan yeni bir durumla
karşı karşıyaydı. Kuşu oradan nasıl indirecekti? Çareler aramaya
koyuldu. Masayı çekip üstüne çıktı. Ayak parmaklarının ucuna kadar
yükselmesine rağmen, bir türlü elini kuşa ulaştıramadı. Boyu
yetişmiyordu. Yaşına göre pek de kısa sayılmazdı. İlk kez, on dört
yaşında oluşuna hayıflandı. Sopa, çomak, baston gibi bir şeyler
bulunmalıydı. Annesinin mutfaktaki oklavası aklına geldi. Aceleyle inip,
mutfağa koştu. Elindeki oklavayla geri döndüğünde, kuş yerinde yine
yoktu. Bulmak için bu kez çok aramadı. Kuş perdedeydi. Ayak tırnakları
perdeye takılmıştı. Kurtulmaya çalışıyordu. Ahmet erişebileceği
yükseklikteki kuşu kolaylıkla oradan aldı. Hemen kafese kapattı. Derin
bir oh çekti.
Bir
hafta içinde Boncuk, tüm ailenin maskotu, sevgilisi olmayı başardı.
Birinin parmağından diğerinin parmağına, kafalarına, omuzlarına
konuyordu. Evin içinde hızlı, çılgın uçuşlar yapıyordu. Bütün bunların
yanı sıra seyircileri büyülemeyi ihmal etmiyordu. Melodik melodik
ötüyor, pike dalışlar yapıyordu. Önceleri, kuşları olan birçok komşu,
eve misafir gelirdi. Kuşlarının marifetlerini anlata, anlata
bitiremezlerdi. Oysa daha şimdiden Boncuğun marfetleri, onların
kuşlarını kat kat aşmıştı. Günler, haftalar geçtikçe yetenekleri daha da
artıyordu. Boncuk aileden biri olmuştu sanki.
Boncuk,
kafesi hiç sevmiyordu. Yalnız yem yemek için kafese gönülsüz giriyor,
yedikten sonra da hemen çıkmak istiyordu. Tüm aile onun bu isteğine
hoşgörülü davranıyordu. Hatta onun kafesi değil de kendilerini
sevmesinden gizli bir gurur bile duyuyorlardı.
Bir
gün, herkesi sevince boğan çok önemli bir olay oldu: Boncuk “Boncuk”
demeyi öğrenmişti. Daha bir buçuk aylık ya var ya yok bir kuşun, kendi
adını söyleyebilmesi, öğünülecek, sevinilecek şey değil de, söyleyin
neydi Allah aşkına!...
Boncuk’un
bu cicim ayları uzun sürmedi. Eve gelişinin ikinci ayına girerken,
Boncuk hızla itibar kaybetmeye başladı. Karşısına çıkan her şeyi
gagalıyordu. Salonda bulunan çiçekleri, kitapları, dergileri… Oysa evin
hanımı Hayriye hanım, yıllarını verdiği çiçeklerini birçok şeyden,
özellikle de Boncuk’tan daha çok seviyordu. Yine bunun gibi, kocası
Hasan beyin de kitap sevgisi, Hayriye hanımın çiçek sevgisinden az
değildi. Onlara kalsa, kuşu hemen kafese kapatacaklar, bir daha da
dışarı çıkarmayacaklardı. Ancak ne var ki, ailenin biricik, içe kapanık,
duygusal oğlu Ahmet, buna çok üzülecekti. Bu yüzden bir süre daha bu
duruma katlanmaya karar verdiler.
Ahmet
de durumun farkındaydı. Boncuk’un özgürlüğü, kendi özgürlüklerini
tehdit etmeye başlamıştı. Buna bir çare düşünüyor, bir türlü bulamıyodu.
Anne babasının kestirme yoldan buldukları çareyi, düşünmek bile
istemiyordu.
Uzun
uzun düşündü. Ne zaman, neden, nasıl başlamıştı, kendisinde bu kuş
merakı? Biraz kafasını yorunca, beyninde bazı ipuçları belirir gibi
oldu. Kesin tarihini hatırlayamasa da, bu merakın yaklaşık üç sene
öncesine dayandığını sanıyordu. Kuşkusuz ilk özendirmeyi, aynı mahallede
oturdukları, aynı okulda okudukları bazı arkadaşları aşılamışlardı.
Onu, evlerine götürmüşler, kafeslerdeki kuşlarını göstermişlerdi. Şimdi
iyice hatırlıyordu. Ondan sonra, içinde kuşu olan bir kafese sahip olmak
onda, ne anlama geldiğini hiç düşünmeden, öylece kendiliğinden
oluşmuştu. Ne kuşu tanıyordu, ne kafesi. Kuşların kafesler içinde,
insanlar arasında gayet mutlu yaşadıklarını sanıyordu. Bu mutluluğu
Boncuk'tan önceki kuşta açıkça görmüştü. Oysa şimdi, Boncuk sayesinde
anlıyordu ki, kuşlar özgürlük için yaratılmışlardı. Özgürce uçabilmeleri
için. Kanatlar bunun en büyük kanıtıydı. Bir an gözlerinin önüne,
Boncuk’un salonda, sevinç çığlıkları atarak uçuşları geldi.
Düşüncelerinin doğruluğuna inancı daha bir pekişti. Evet, kuşlar
özgürce uçabilmek için yaratılmışlardı. Ve biz insanlar da onları, hiç
düşünmeden kafese kapatıyorduk. Eğer bu düşüncelerine, tâ başından sahip
olmuş olsaydı, ne kuş alırdı, ne de kafes. Fakat şimdi ne yapabilirdi?
Boncuk’u, ne birine hediye edebilir, ne onu tabiatın özgür kollarına
bırakabilir, ne de kafese kapatabilirdi. Çünkü ona alışmıştı. Onu çok
seviyordu. Karar verdi: Onun için sonuna kadar mücadele edecekti.
Aslında
Boncuk, zaman içinde kafesi kendi yuvası olarak benimsemişti. Bu
benimseyiş, insanlar kendi evlerini nasıl benimsiyorsa, öyleydi.
İstediği zaman girebileceği, istediği zaman çıkabileceği bir yuva. Bunu
kabulleniyordu Boncuk. Ama tek bir şartla:Kafesin kapısı açık olmalıydı.
Ahmet kaç kez gözlemişti: Boncuk dışarıda bir süre uçup, oynayıp yorgun
düştükten sonra, kendiliğinden kafese giriyor, karnını doyuruyor,
uyuyordu. Uyanınca da hemen kafesten dışarı çıkmıyor, içerdeki
nesnelerle oynuyor, oyalanıyordu. Ama bütün bunlar, dışardan bir baskı
olmaksızın, hep kendi isteğiyle olan şeylerdi. Kendi isteğiyle kafesin
içinde saatlerce durabiliyordu. Ama başkasının isteğiyle beş dakika
tutamazdınız. Dışarıdayken de bazen kısa süre sonra, kendiliğinden
kafese giriyordu. Ama sabahtan akşama kadar dışarıda dursa bile, siz
yakalayıp da kafese koymak isterseniz, onu gönüllü olarak kafese
sokamazdınız.
Ahmet,
bu gözlemlerini annesine, babasına anlattı. Kafesin kapağı sürekli açık
bırakılırsa, Boncuk’la sağlıklı ilişkiler kurulabileceğini söyledi.
Konu enine boyuna tartışıldı. Sonunda ailecek bir karara varıldı:
Gündüzleri kafes sürekli açık olacak, Boncuk kafes dışındayken sürekli
başında bir nöbetçi olacak ki, Boncuk’un çiçeklere ve kitaplara
saldırısı önlensin. Geceleri herkes yatarken Boncuk da kafese
kapatılacak.
Bu son alınan kararlar
aile için, işkence günlerinin başlangıcı oldu. Boncuk’un özgürlüğü
için, ailenin köleliği başlamıştı. Gündüzleri Ahmet okuldaydı. Hasan bey
de bir okulda öğretmendi. Boncuk’a nöbetçilik işi Hayriye hanıma
kalıyordu. Mutfağa gitse, aklı kuşta; salondan başka bir odaya gitse,
aklı kuşta; bahçede bir işi olsa, aklı kuşta. Nasıl aklı kuşta olmasındı
ki!... Kuşun yanından beş dakika ayrılsa ya bir çiçek, ya bir kitap
tanınmaz hale geliyordu. Hayriye hanım önceleri, evde canı sıkıldığı
zaman, bir iki çift laflaşmak için komşulara giderdi. Şimdi, Allah
kahretsin!.. Bu kuşun başını beklemek zorundaydı. Bütün bunlara biricik
oğlu Ahmet için katlanıyordu. O, izin verse, bir dakika durmaz, başından
defederdi
bu kuşu. Güzelim çiçeklerini, bakın ne hale getirmişti habis.
Çiçeklerin yapraklarını kevgire çevirmişti kısa zamanda. Günboyu doğru
dürüst ev işlerini de yapamıyordu Hayriye hanım. Ahmet’in okul dönüşünü
dört gözle bekliyordu. Sonunda beklediği mutlu an gelip çatıyor, Ahmet
geliyor, Hayriye hanım da derin bir oh çekiyordu. Ahmet’e, kuşun o gün
çektirdiklerini bir bir anlatıyor, özgürlüğün tadını çıkarmak için,
aceleyle kapağı bir komşuya atıyordu.
Ahmet
nöbeti hemen devir alıyordu. O da ne ders çalışabiliyor, ne televizyon
izleyebiliyor, ne sokağa çıkabiliyordu. Ama o, bütün bunlardan şikâyetçi
değildi. Hatta o, kendisini bütün olanların sorumlusu bir suçlu gibi
hissediyordu. Boncuk’la başbaşa kaldığı bu nöbetlerinde, Boncuk’u
eğitmeye çabalıyordu. Boncuk çiçeklere ve kitaplara yaklaştığı zaman
ona, sert uyarılar yapıyordu:
- Boncuk yaklaşma ona!... Boncuk çekil oradan!... Boncuk gel buraya!...
Boncuk’un
bu uyarılara aldırdığı yoktu. Bildiğini yapıyordu. Ahmet ne kadar
çabalarsa çabalasın, onu tehlike bölgelerinden, eliyle kovalamadıkça bir
sonuç alamıyordu. Bu böyle olmayacaktı. Başka çareler düşünmeliydi. O
çareleri de bir türlü bulamıyordu.
Bu
nöbetleşe kuş bakma olayı birkaç hafta sürdü. Daha da sürecekti. Ama
Boncuk bir gün, hiç beklenmedik bir suç işledi. Hayriye hanım, bahçeye
çöp dökmeye gitmişti. Boncuk hızla uçuşa kalkarak gitti,
salon duvarında bulunan bir resim çerçevesinin üzerine kondu. Bu, Hasan
beyin babasının, bir eşi bulunmayan resmiydi. Hasan bey bu resme çok
değer verirdi. Boncuk, çerçevenin asılı olduğu çiviyi gagalamaya
başladı. Derken çiviyi yerinden oynattı. Çerçeve yere düştü. Çerçevenin
camı kırıldı. Bu kadarla kalsaydı, mesele yoktu. Yeniden camlatılır,
yerine asılırdı. Ama Boncuk buna da izin vermedi. Düşen çerçevenin
arksından o da indi. Resmi gagasıyla didik didik ederek, tanınmaz hale
getirdi. Hayriye hanım döndüğünde, iş işten geçmişti. Bir süre
şaşkınlıktan ne yapacağını şaşırdı. Aklından delice şeyler geçiyordu.
Kuşu öldürmemek için kendini zor tuttu. Durumu Hasan beye nasıl
açıklayacaktı? Bildiği bir şey varsa, bu lânet kuşun derhal kafesine
kapatılmasıydı. Artık yeterdi. Ahmet gelince, ona açık açık bu
düşündüklerini söyleyecekti.
Boncuk
eve geleli üç ay dolmuştu. Üç gündür kafeste hapisti. Ve Ahmet de artık
onun tüm yalvarmalarına aldırmıyordu. Çünkü Boncuk, bu cezayı hak
etmişti. Boncuk, çırpına çırpına sonunda yorgun düştü. Çırpınışları
durmuştu. Gitti plastik dala kondu. Uyumaya başladı. Saatler geçtiği
halde Boncuk’ta bir hareket yoktu. Öylece şapşal şapşal bakınıyordu.
Ahmet birkaç kez “Boncuuk!... Boncuuk!...” diye seslendi. Kuş oralı
olmadı. Kafesi açtı yerinden bile kıpırdamadı. Ahmet eline almak istedi.
Boncuk vahşî çığlıklar çıkararak elinden kaçtı. “Allah Allah!... Ne
oldu bu kuşa!...” dedi Ahmet. Kafesi kapattı. Gözleri dolmuştu. Ağlamaya
başladı.
Eski
Boncuk gitmiş, yerini ürkek, korkak bir kuşa bırakmıştı. Boncuk tıpkı
eski kuşları gibi olmuştu. Ahmet şöyle düşünüyordu. Biz insanlar, her
şeyi kendi yararımıza kullanıyoruz. Güzellikleri bile
çirkinleştiriyoruz. İşte şimdi Boncuk’un da yaratılışını değiştirmiş,
onu bir süs bitkisi haline sokmuştuk. Hayır, haksızlıktı bu!...
Boncuklar, Boncuk kalmalıydı. Kuşlar kafeslerin, evlerin değil,
gökyüzünün süsleridir.
16 Temmuz 2012 Pazartesi
BİLİN BAKALIM BEN KİMİM 3
CANLI LAMBA*mustafa baydemir
On ay yatarım
İki ay kalkarım
Lambamı yakarım
Etrafıma bakarım
Ne aküm vardır
Ne pilim
Ne düğmem vardır
Ne prizim
Havada uçarım
Işık saçarım
Karada yürür
Işık saçarım
Karalara
Meydan okurum
Karanlığı
Dağıtan nurum
Haydi, çocuklar toplanın!
İşte size güzel bir oyun:
Beni ve arkadaşlarımı
Camdan bir kavanoza koyun
Size canlı bir fener olayım
Etrafınızı pırıl pırıl
Işıl ışıl aydınlatayım
|
BİLİN BAKALIM BEN KİMİM 2
HACI KUŞ/Mustafa Baydemir
Arabistan’dan gelen
Arife hanımım
Ayağı kınalı
Zarife kadınım
Ak giyerim
Üstüm
kirlenmez
Arapça konuşurum
Kimse dinlemez
Bir yerim var:
Yaydan eğri
Bir yerim var:
Oktan doğru
Bir yerim var:
Kazandan kara
Bir yerim var:
Sütten akça
Dağdan uçarım
Taştan uçarım
Altı ayda bir göçerim
Hacca giderim
Geri dönerim
İki çubuk bir makasım
ben
Baca üstünde hokkabazım ben
|
BİLİN BAKALIM BEN KİMİM 1
DİSİPLİNLİ VE ÇALIŞKAN
Ağzım var
Dilim yok
Ayağım var
Elim yok
Boğazım ince
Belim ince
Başımdaki
Telim ince
Çıt demeden
Ağaca çıkarım
Dağı taşı dolaşırım
Yer altında kışlarım
Yer altında evim vardır
Eğri büğrü yolum vardır
Karşıdan bakınca hiç yokum
Yanıma varınca pek çokum
Ben ve arkadaşlarım
Hep birlikte yaşarız
Bütün yaz zincir zincir
Çok disiplinli çalışırız
Çalışmaya alışırız
Besin dolar yuvamız
Kışın rahat yaşarız
MUSTAFA BAYDEMİR
|
CEVAP
14 Temmuz 2012 Cumartesi
BOSTAN-GÜLİSTAN HİKAYELERİ 1
YAĞMUR DAMLASI
Buluttan düşen bir damla yağmur
Denizi görünce kendinden utanır
Damla, gözünden akıtarak yaşlar
Kendi kendine konuşmaya başlar:
-Şu denizin yanında ben de neyim sanki
O kadar büyük ki, ben hiçbir şeyim inan ki…
Midyenin biri damlanın bu haline acır
Sevip okşayarak, onu koynuna alır
Damlaya şöyle der:
-Kendini hor görme
Hayatı zor görme
Büyük de, küçük de
Birbirinin kardeşidir
Bütün bunlar yaratanın işidir
Her şey O'ndan gelmiştir
Yine ona dönecektir
Hiç üzülme
Biliyor musun sende,
Ne yetenekler gizlidir?
Böylece birlikte yıllar geçti
Herkes kendi yolunu seçti
İkisi de yarışta birinci oldu
Saf yağmur damlası sonunda
Dünyada eşsiz bir inci oldu
Sa'di Şirâzî
Türkçeleştiren: Mustafa Baydemir
MESNEVİ HİKAYELERİ 2
ALLAH’IN SOPASI Ağaca çıkan bir hırsız Meyve dolu dalları Silkeliyordu durmadan Onu gören bahçe sahibi: -Be adam! Ağacıma çıkmış öyle ne yapıyorsun? Allah’tan korkmuyor musun?Kuldan utanmıyor musun? Hırsız sırıttı arsız arsız: -Allah’ın bahçesinde olan Bir Allah’ın kulu Kendisine sunduğu Meyvelerden yiyor Niye bağırıp çağırıyorsun Yoksa Allah’ın bana verdiği İhsanı mı kıskanıyorsun? Hırsızı dinleyen Sözlerine içerleyen Bahçe sahibi Hizmetçisine seslendi: -Aybek! Şu adama esaslı bir cevap gerektir Çabuk bana bir ip getir! Hizmetçi ipi getirince Bahçe sahibi Hırsızı bağladı Ağaca yeterince Elindeki bir sopayla Hırsıza başladı vurmaya Hırsız acıyla bağırdı: -Dur be adam ne yapıyorsun? Allah’tan korkmuyor musun? Durmadan bana vuruyorsun? Bahçe sahibi sakin sakin: -Allah’ın bir kulu Allah’ın başka bir kulunu Allah’ın sopasıyla dövüyor Niye bağırıp duruyorsun! SÖZÜN ÖZÜ: Nefsine bahane aramak isterse insan şayet! Kitaptan deliller getirir, isterse bulur ayet! MESNEVî Türkçesi:Mustafa Baydemir |
13 Temmuz 2012 Cuma
KADI KARAKUŞ FIKRALARI
KADI KARAKUŞ FIKRALARI
KADI KARAKUŞ
Önce biraz Kadı Karakuştan söz edelim: Asıl adı Ebu said bahaeddin bin Abdullah Esedî olan Kadı Karakuş’un ölüm tarihi 1200.
Selahaddini Eyyubi’nin yakınlarından. Selahaddin Eyyubi kendisinin yokluğunda Kadı Karakuş’u Kahire’ye vekil olarak bırakırdı. Akka'da Valilik yapmıştır. Orada Frenklere esir düşünce Selahaddini Eyyûbi onu, on bin altın Fidye ödeyerek kurtarır.
Kahire’ye kale, yol, köprü ,han, çeşme gibi eserler bırakmıştır. Pek hukuk bilgisi olmaması nedeniyle keyfi,sert ve biraz da tuhaf hükümler verirmiş.
Atalarımız mantıkla, akılla izah edilemeyen, ya da kızgınlıkla verilen kararlara; “Karakûşî Hüküm” derlerdi.
Necdet Rüştü Efe “Türk Nüktecileri” adlı kitabında Karakuşi Hükümleri şöyle anlatır:
“Bunlar kanun,örf gelenek ve hatta tabiat dışında karar altına alınmaya çalışılmış öyle hükümlerdir ki; bu mantıksızlık karşısında , mahkûmun müdafaa cehtini (gayretini, çabasını) daima hayrete çevirmiştir.
Yüzyıllar boyunca ,bazı keyfi manasızlıklara nazire olarak gösterilen bu tuhaf hükümler; Anadolu’da doğup, yaşlılığında Mısır’da Selahadini Eyyubi maiyetinde emirlik ve kadılık yapmış olan “Karakuş”a aittir.
Yedi yüz elli önce yaşamış olan bu zat halis Türk’tür”
Necedet Rüştü Efe’nin bu kitabında anlatıldığına göre, “Karakuş” bir köleyken, hukuk bilgisi zayıf olsa da, diğer bilimlerdeki bilgisi nedeniyle sahibi tarafından azat edilmiştir. Değerini Selahaddini Eyyubi de anlamakta gecikmemiş, ona vezirlik ve emirlik rütbelerini vermiştir. Daha sonra da Mısır’da asayiş iyice çığırından çıkınca, hırsızlık ve soygun olayları artınca “çok namuslu, fakat çok sert bir adam olan Karakuş’u” Kahire kadısı olarak görevlendirmiştir.Karakuş’un verdiği hükümler adeta bir fıkra niteliğindedir. Bu hükümlerle ilgili bir çok kitap yazılmıştır. Bunlardan Arapça olarak yazılan “en kıymetlisi Mammatî isim ve müstear namıyla bir meçhul zatın yazdığı; Kitabü’l-Hâşuş Fi Ahkâmü’l Karakuş”tur.
KARAKUŞ HÜKÜMLERİ YA DA FIKRALARI
AF
Selahaddini Eyyubi mahkûmların cezalarını yarı yarıya affetmiş. Hapishane müdürünün kafası karışmış. Ayı, yılı belli olan mahkumların cezalarını yarı yarıya indirmiş ama, müebbet hapislerin cezalarını nasıl yarıya indireceğine bir türlü karar verememiş. Öyle ya ölünceye kadar tutuklu birinin, kaç yaşında öleceğini nasıl bileceksin de hapis cezasını yarıya indireceksin? Sorununu hükümdara iletmiş. Hükümdar da onu Karakuş’a havale etmiş.
Karakuş:
-Düşündüğün şeye bak!Müebbet hapisleri bir gün serbest bırakır, bir gün hapsedersin!
MİMAR
Karakuş yaptıracağı bir mimari eserle ilgili şöyle bir hüküm verir:
“Bu yapının mimarı; asırlarca kalması gereken binanın sağlamlığı için istediği miktar parayı hazineden alabilir. Ve lâkin mimar, beş yıl müddetle, binanın bulunduğu şehirden çıkamaz. Ta ki yapıda bir çöküntü görüldüğü takdirde, dikkatsiz mimar kolayca yakalanıp, çöken duvarın altına diri diri gömüle”
AVCIYA TEK GÖZ YETERMİŞ
Gözü çıkarılmış bir adam mahkemeye başvurur
-Ey hakim! Düşmanım olan komşum bir gözümü çıkardı. Gözümü isterim ondan!
-Pek âlâ!Yarın gel gel, gözünü teslim edeyim sana!
Karakuş adam gidince emir verir:
-Kahire kapısında topal bir avcı vardır. Onun bir gözünü çıkarın ve eline şu karar metninini verin:
“Bundan önce , avcılık vesilesiyle başkalarının otlaklarına girip; vahşi hayvan yerine ehli hayvan avladığın için, mal sahiplerinin attığı dayakla ayağın topal olmuştu. Anlaşılan iki gözle nişan aldıkça koyun kuzu avlamaya devam edeceksin. Sana lâzım olan tek gözle nişan almayı sağlayalım da, mal sahiplerinden yiyeceğin ikinci bir dayakla öbür ayağın da kötürüm olmasın.”
SERBEST BIRAKILAN SUÇLULAR
Karakuş bir gün hapishaneleri teftiş eder. Herkese suçunu sorar. Sekiz kişi hariç diğerleri “masum” olduklarını söylerler. Diğer sekiz kişiyse, suçlarını itiraf ederek:
-Biz suçluyuz! Cezamızı elbette çekeceğiz!Demişler
Bunun üzerine Karakuş zindancı başına:
-Şu sekiz suçluyu derhal sokağa atın ki burada kalan bunca masumun ahlâkını bozmasınlar!
KARAKUŞ VE TEFECİ
Tefecilerden biri bir gün Karakuşa gelir. Alacaklı olduğu fakirlerden biri için dava açar.Karakuş borçlu fakiri çağırtır.
-Niçin borcunu ödemiyorsun?
-Ödemek istiyorum, bir türlü ödeyemiyorum.
-Anlamadım niye?
-Çünkü ne zaman ödemek için evine gitsem, kendisini “evde yok” dedirtiyor.
-Sence niye böyle yapıyor?
-Maksadı biraz daha zaman geçsin de, ben daha fazla faiz ödeyeyim diye. Nitekim borcum on altındı şimdi on beş altın oldu.
Biraz düşünen Karakuş. Davacının tefeci olduğunu anlar, hemen hükmünü verir
-Alacaklıyı derhal hapsediniz…Borçlunun eline yine para geçer, ödemek için evine gider. Bu adam yine yok dedirtir. Oysa hapiste olursa, borçlu onu hapiste bulur, borcu daha fazla çoğalmadan borcunu öder…
Karakuş tefeciye ve borçluya dönerek
-Bu çözüm ikiniz için de en hayırlısı…Sonunda biriniz hapisten, diğeriniz de borçtan kurtulmuş olur.
Titreyen tefeci:
-Aman efendim, merhamet! İçeride ne kadar kalacağım?
-Faiz olarak alacağın beş altın miktarı kadar.
HAMİLE
Komşusunu cezalandırmak isteyen bir adam, tamamı uydurma olan bir hikayeyle Karakuş’a gelir.
-Efendim komşumdan şikayetçiyim. Beni büyük bir zarara soktu?
-Ne zararıymış bu?
-Karım hamileydi. Karımı korkuttu. Çocuğun düşmesine, ölmesine neden oldu?
Adamın ihtiyar biri olduğunu gören Karakuş?
-Karınla kaç yıldır evlisiniz?
-Otuz
-Başka hiç çocuğunuz oldu mu?
-Hayır
Adamın komşusuna iftira attığına kani olan Karakuş. Hemen hükmünü verir:
-Adamla karını bir yere kapatacağız. Karın eskisi gibi hamile kalmadan, karını serbest bırakmayacağız.
Bu tuhaf karar karşısında, şapşallaşan adam:
-Aman efendim ne diyorsunuz!!??Vaz geçtim. Şikâyetimi geri alıyorum.
Kaynak:
Necdet Rüştü Efe, Türk Nüktecileri, Nebioğlu Yayınevi, Kadı Karakuş, Sayfa:131-133(Basım yılı belli değil.Tahmini 60'lı yılların başı)
Yukarıda anlatılan Kadı Karakuş'la pek örtüşmeyen fıkarlar da vardır. Bunları da zaman zaman akataracağız. İşte bu fıkralardan biri:
ADALETİNLE SEN ÇOK YAŞA E Mİ?
Süleyman Demirel'in muhtelif vesilerle anlattığı kadı bir karakuş fıkrası :Osmanlı döneminde yolsuzlukları ile ünlü Karakuşi
adında bir kadı varmış.
Bir gün Karakuşi Kadı, bir fırının önünden
geçerken burnuna güzel bir koku
gelmiş.
Vitrinde güveç içinde nar gibi kızarmış sahibini
bekleyen nefis bir ördek var...
Karakuşi Kadı, fırıncıya 'Ben bunu aldım' demiş.
Kadıya itiraz edilir mi? Fırıncı hemen ördeği paket yapıp vermiş.
Az sonra ördeğin sahibi gelmiş: 'Hani bizim ördek?'
Fırıncı boynunu büküp 'Uçtu' deyince iş kavgaya dönüşmüş.
Kavga sırasında fırıncı, araya giren bir gayrimüslim müşterinin gözünü
çıkarınca korkup kaçmaya başlamış... Gayrimüslim de peşinde kovalıyor...
Bir duvardan atlarken, bilmeden öteki taraftaki hamile bir
kadının üstüne düşmüş.
Kadın, çocuğunu düşürdüğü için, kadının kocası
da fırıncının peşine düşmüş.
Can havliyle kaçan fırıncının çarpıp devirdiği
Yahudi bir vatandaş da kızıp peşlerine takılmış...
Sonunda duruma müdahale eden zaptiyeler hepsini
yakalayarak Karakuşi Kadının karşısına çıkarmışlar.
Kadı sırayla sormuş...
Ördeğin sahibi,'Bu adam ördeğimi hiç etti' diye şikáyet etmiş.
Karakuşi Kadı, fırıncıya sormuş: 'Ne yaptın bu adamın ördeğini?'
Fırıncı 'Uçtu' demiş. Kadı, kara kaplı defterini açmış:
'Ördeğin karşısında tayyar yazılı.
Tayyar 'Uçar' anlamına gelir.
O halde ördeğin uçması suç değil' diyerek
fırıncının beraatına karar vermiş.
Sonra Gözü çıkan gayrimüslim vatandaşa sormuş...
Onun şikáyetine de kara kaplı defterden bir madde
bulmuş:
'Her kim, gayrimüslimin iki gözünü çıkara, o
müslimin tek gözü çıkarıla...'
Davacı 'Ne olacak?' diye sorunca Karakuşi Kadı,
'Şimdi' demiş,
'Fırıncı senin öbür gözünü de çıkaracak, biz
de onun tek gözünü
çıkaracağız.'
Tabii gayrimüslim şikáyetinden hemen vazgeçmiş,
fırıncı bu davadan da beraat
etmiş.
Çocuğunu kaybeden kadının kocasına da Karakuşi Kadı,
'Tamam' demiş, 'Karını vereceksin, bu adam
yerine yeni çocuk koyacak.'
Böyle olunca adam da şikayetini anında geri almış,
fırıncı bu davadan da kurtulmuş.
Kadı dönmüş Yahudi'ye: 'Senin şikáyetin
ne?'Bre.
Yahudi ellerini açmış, 'Ne diyeyim kadı efendi'
demiş, 'Adaletinle bin yaşa sen, e mi !'
******
KADI KARAKUŞ FIKRALARIINI ARATMAYAN
ONİKİ EYLÜLDE YAŞANMIŞ BİR OLAY...
Oniki Eylülde dokuz anarşist yakalanır bir cemseye konur. Komutana telefonla 9 anarşistin yakalanıp getirilmekte olduğu bildirilir. Yolda anarşistlerin (!) bekçisi durumundaki askerlerden birinin karnı acıkır. Simit almak için aracı durdurtur. Asker açılan kapıdan inerken, tutuklulardan biri kaçar. Askerler ne yapacağını şaşırırlar. Komutanalarına "dokuz anarşistle geliyoruz" dedikleri için, bir eksiği olan sekiz tutukluyla gitmek istemezler. Kaçan tutuklu yerine simitçiyi koyup götürürler. Zavallı masum simitçi bir süre hapiste yattıktan sonra idam edilir. Bu konu ZİNCİRBOZAN filminde de işlenir.
ZİNCİRBOZAN FİLMİ
EZOP MASALLARI SEÇKİSİ 1
FARELER KURULU
TÜRKÇESİ:MUSTAFA BAYDEMİR
Bir zamanlar bütün fareler
Kurulda bir araya toplandı
Kedinin saldırılarına karşı
Kendilerini emniyete almanın
En iyi yollarını fareler tartıştı
Daha sonra birkaç öneri de tartışıldı
Fareler içinde saygın bir yeri olan
Tecrübeli bir fare, ayağa kalktı
Dedi:
-Ben, gelecekte bizim emniyetimizi
Garanti altına alacak bir plan buldum
Planımı ustaca düşünüp şöyle kurdum:
Kedinin boynuna bir zil takacağız
Sonra keyfimize bakacağız
Kedi kıpırdasa zil çalacak
Anında onun sesi bizi uyaracak
Böylece hemen saklanacağız
Kediye yem olmaktan kurtulacağız
Bu teklif, hararetle alkışlandı
Tüm farelerin gözü yaşlandı
Teklif hemen oylandı
Yaşlı bir fare dışında
Kabul edilip onaylandı
Yaşlı fareyi önce yuhaladılar
Sonra onu sorguladılar
Kabul etmeme nedenini sordular
Yaşlı fare ayağa kalkıp dedi:
-Beni yanlış anladınız
Boşuna yuhaladınız
Çünkü ben, hepinizden
Daha çok bunu isterim
Çok değerli bir plan olduğunu
İnanın kabul ederim
Yalnız bir endişem vardır:
Bu iş için kendini kim tehlikeye atacak?
Güvenimizi kim sağlayacak?
Zili kedinin boynuna kim bağlayacak?
Kediye yem olmadan nasıl takacak?
Bunu size sorabilir miyim?
Hepsi de donup kaldı, sustu
Başlar önde, kimsede tık yoktu
Sözün Özü:
Her alkış alan sözü mükemmel sanma
Plan çok güzel olsa da sakın aldanma
Bir plan ki, bir yerde uygulanamaz
At çöpe gitsin, hiçbir işe yaramaz
MESNEVÎ HİKAYELERİ 1
AYININ DOSTLUĞU
Türkçesi:Mustafa Baydemir
Bir ejderha bir ayıyı
Tam öldürmek üzereyken
Oradan geçen bir yiğit
Ayının bağırışını duydu
Çekip kılıcını Ejderhayı vurdu
Zavallı ayıyı ölümden kurtardı
Ayı minnet dolu gözlerle
Yiğide hayran hayran baktı
İçinden ona karşı bir sevgi aktı
Bu sevgi onu yiğidin peşine taktı
Yiğit nereye gitse tin tin
Bir sadık köpek gibi tin tin
Peşinden gidiyordu
Aklınca yiğide olan
Can borcunu ödüyordu
Bir gün yiğit hastalandı
Yataklara düştü
Ayı çok üzüldü, tasalandı
Başında nöbet tutmaya başladı
Hayvan demedi, insan demedi
Yaklaşanı taşladı
Azarladı, haşladı
Bir gün hastayı
Ziyarete gelen bir dostu
Neredeyse ayıya
Deldiriyordu postu
Ancak yiğidin izniyle
Aşabildi ayı engelini
Dostu sordu yiğide:
Dostum bu ayı işi, ne iş?
Bil ki iyi değil bu gidiş!
Yiğit:
-Onu ölümden kurtardım
O artık sadık bir bekçim benim
Hem yardımcım, hem de elçim benim
Dostu:
-Atalarımız :
Kuzudan post
Ayıdan dost olmaz,
Aptal dost düşmandan
Beterdir demişler.
Yol yakınken
Gel geç bu sevdadan
Yiğit:
-Bak şu ayının sevgisine
Sana göre bu bir hayvan
Bana göreyse adeta bir insan
Başkası veremez bu sevgiyi inan
Boş kuruntularına sakın kanma
Lütfen bu asil sevgiyi kıskanma
Dostu, Yiğite
Ne dediyse
Sözünü dinletemedi
Sonunda çekip gitti
Bir süre sonra yiğit uyudu
Yüzüne bir sinek kondu
Bunu gören ayının
Adeta kanı dondu
Sineğe müthiş kızdı
Sinirinden kudurdu
Bir kaya parçasını kaldırıp
Var gücüyle vurdu
Sinek kaçıp kurtuldu
Olan yiğit’e oldu
Ayının şefkati sayesinde
Hayatı son buldu
SÖZÜN ÖZÜ:
Dostun seçersen ayıyı
Yersin kafana kayayı
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)