BONCUK/ÇOCUK EDEBİYATI/ÖYKÜ/Mustafa Baydemir
BONCUK
Ahmet,
garip bir hüzünle kafesteki kuşa bakıyordu. Bu bir muhabbet kuşuydu.
Yeşil tonu ağır basan, siyah yeşil karışımı bir kuştu. Kuş, kafesin bir
telinden diğerine sıçrıyordu. Kendisinin oyalanması için kafesin içine
konan ayna, merdiven, salıncak gibi nesnelere aldırdığı yoktu. Onun
gözü, kafes dışındaydı. Ahmet’le göz göze gelince, umudu daha bir arttı.
Çırpınışlarını ve sıçrayışlarını sıklaştırdı. Karnı tellere yapışıyor,
gagası kafesin dar telleri arasından dışarı çıkıyordu. Bu görüntü
Ahmet’te bir yarasa çağrışımı uyandırıyordu. Bir daha göz göze geldiler.
Kuş, hırçınlıklarına bu kez çığlıklarını ekledi. Ahmet’e yalvaran
gözlerle bakıyor, aynı durum sesindeki acıklı tonda da seziliyordu.
Ahmet bunun, beyninde hemen tercümesini yaptı:
- Ahmet abi, ne olursun yalvarırım, beni dışarı çıkar!...
Ahmet’in verdiği cevap, oldukça umut kırıcıydı:
- Hayır Boncuk!... Bir süre dışarı çıkmak yok…
Ahmet
bu sözleri sert bir biçimde söylerken, işaret parmağını da, “Seni
seni!...” gibilerden, kuşa doğru sallamayı ihmal etmedi.
Üç
ay ne de çabuk geçmişti. Ahmet Boncuk’un üç ay önce geldiği ilk günü,
ondan önceki muhabbet kuşunu hatırladı. Boncuk’la değiştirmişlerdi onu. O
kuş, Boncuk’un aksine tam bir kafes hastasıydı. Her şeyden ürker,
korkardı. Kafesiyle birlikte bir komşumuz hediye etmişti. O kadar
korkaktı ki, bir gün Ahmet kafesin içine bir çift kiraz asmıştı; bu
kirazlarla oynayacağını, onları gagalayacağını sanmıştı. Yanıldığını
hemen anladı. Çünkü kuş, kirazları görür görmez, telaşla her zaman
tünediği plastik dala kendini zor atmıştı. Bir daha da tünediği daldan
ayrılmamıştı. Bu yüzden bir gün aç kalmamıştı. Korkusundan yemliğe
gidememişti. Sonunda Ahmet, kirazları kafesten çıkardı da, zavallı kuş
rahat bir nefes aldı.
Zamanla,
dokunsan çığlığı basan bu kuşa, evde herkes cephe almaya başladı. Hele
Ahmet’in babası “vahşi” diye nitelediği bu kuşu, bir başka kuşla
değiştireceğinden sık sık söz eder olmuştu. Bir gün evlerine Hayrettin
adında bir misafir gelmişti. Bu, babasının bir arkadaşıydı. Sık sık iş
değiştiren bu kişinin, bu kez de kuş üretimiyle meşgul olduğunu
öğrenince, babanın gözleri parladı:
-
Aman ne diyorsun sen Hayrettin!... Seni gökte ararken yerde buldum. Şu
bizim kuşu ürettiğin kuşlardan biriyle değiştirelim. Ama bunun gibi
korkak, ürkek, pısırık olmasın.
-
Ayıp ettin üstadım!... Lafı mı olur? Aramızda teklif mi var? Ben şimdi
giderken bu kuşu götürürüm, yerine çok güzel yavru bir kuş var, onu
getiririm. İstediğin gibi büyütürsün. Bir sürü kelime de öğretebilirsin.
Kuşçu
Hayrettin gerçekten de sözünde durmuştu. Eve süklüm püklüm, ayakta zor
duran bir muhabbet kuşu getirmişti. Doğrusu tüm aile şaşkın şaşkın “Bu
da ne?” gibilerden, birbirlerine bakıyorlardı. Oyuna mı gelmişlerdi
yoksa? Kimseden çıt yoktu. Zeki kuşçu, durumu hemen kavramıştı. Herkesin
tedirginliğini gidermek ister gibiydi:
-
Bu kuş daha yirmibir günlük. Günü dolunca anaları kuşların yemini
keser, gagasıyla yumurtadan ilk çıkan kuşu diğerlerinden ayırır, dışarı
iter. İşte size getirdiğim bu yavru, daha anasından ayrılalı bir saat
olmadı. İlk yemini sizde yiyecek.
Kuşçu
gittikten sonra Boncuk elden ele dolaştı. Nereye bıraksan orada
duruyor, öylece hareketsiz kalıyor, şapşal şapşal bakınıyordu. Avuçlara
yemler alınıyor, yemesi için zorlanıyordu. Böylece saatler saatleri
kovaladı. Kuş hâlâ kursağına bir tek yem almamıştı. Çaresiz, üzüntülü
bakışlar arasında kafese kapatıldı. Umutlar yarına kaydırıldı. Yarın her
şey düzelebilirdi. Yarın Boncuk yem yiyebilir. Yarın pırr diye oradan
oraya uçabilir. Yarın kim bilir, belki ellere, omuzlara, kafalara
konabilirdi. Gerçekten de Ahmet, beklentilerinin tümünün olmasa da, bir
kısmının gerçekleştiğini, ertesi günün sabahında gördü. Sabahleyin
erkenden kalkıp, dosdoğru Boncuk’un kafesine gittiğinde, onu yem yerken
buldu. Güçlükle yiyiyordu. Ama yiyordu ya, önemli olan buydu. Kafesi
açtı. Boncuk’u parmağına kondurması pek zor olmadı. Kuşun dünkü
miskinliğinden sanki hiçbir iz yoktu. Bir ara kuş kanatlarını oynattı.
Uçacak mıydı yoksa? Dikkat kesildi Ahmet. Sesiyle cesaret verirse, belki
uçar diye düşündü:
-Haaydi Boncuk hoop!... Uç bakalım!...
Diyerek,
kuşu sedire bıraktı. Kuş oralı olmadı. Sedirin üstünde pıtır pıtır
yürümeye başladı. Bu da bir şeydi ama, Ahmet buna pek sevinemedi.
Uçmadıktan sonra, "yürüsen ne yazar" diye içinden geçirdi. Morali
bozulmuştu.
Kuşu,
sedirde paytak yürüyüşleriyle baş başa bırakıp, televizyonu açtı.
Kanallardan birinde bulduğu çizgi filmi izlemeye koyuldu. Neden sonra
aklına Boncuk geldi. Sedire baktı. Bomboştu. Telaşla, arayan gözlerle
sağa, sola bakındı. Yoktu. Masanın altı, koltukların altı, bakmadığı yer
kalmadı. Aman Allah’ım!... Hiçbir yerde yoktu. Ev halkı henüz
kalkmamıştı. Doğrusu onlara durumu bildiremezdi de… Çünkü daha dün
alınan bir kuşu, bugün kaybetmenin özrünü kimseye açıklayamazdı.
Durumu
düşünmek için sedire uzandı. Birden gözlerine inanamadı. Boncuk
oradaydı işte. Şaşkın bir dikkatle tavana bakarken, sevincinden
neredeyse küçük dilini yutacaktı. Kuş flüoresan (floresan) lambasının
üstündeydi. Lambanın metal koruyucusuyla tavan arasında öylece duruyor,
yalnızca kuyruğu görünüyordu.
Ahmet
şimdi de sevincinin yarıda kesilmesine neden olan yeni bir durumla
karşı karşıyaydı. Kuşu oradan nasıl indirecekti? Çareler aramaya
koyuldu. Masayı çekip üstüne çıktı. Ayak parmaklarının ucuna kadar
yükselmesine rağmen, bir türlü elini kuşa ulaştıramadı. Boyu
yetişmiyordu. Yaşına göre pek de kısa sayılmazdı. İlk kez, on dört
yaşında oluşuna hayıflandı. Sopa, çomak, baston gibi bir şeyler
bulunmalıydı. Annesinin mutfaktaki oklavası aklına geldi. Aceleyle inip,
mutfağa koştu. Elindeki oklavayla geri döndüğünde, kuş yerinde yine
yoktu. Bulmak için bu kez çok aramadı. Kuş perdedeydi. Ayak tırnakları
perdeye takılmıştı. Kurtulmaya çalışıyordu. Ahmet erişebileceği
yükseklikteki kuşu kolaylıkla oradan aldı. Hemen kafese kapattı. Derin
bir oh çekti.
Bir
hafta içinde Boncuk, tüm ailenin maskotu, sevgilisi olmayı başardı.
Birinin parmağından diğerinin parmağına, kafalarına, omuzlarına
konuyordu. Evin içinde hızlı, çılgın uçuşlar yapıyordu. Bütün bunların
yanı sıra seyircileri büyülemeyi ihmal etmiyordu. Melodik melodik
ötüyor, pike dalışlar yapıyordu. Önceleri, kuşları olan birçok komşu,
eve misafir gelirdi. Kuşlarının marifetlerini anlata, anlata
bitiremezlerdi. Oysa daha şimdiden Boncuğun marfetleri, onların
kuşlarını kat kat aşmıştı. Günler, haftalar geçtikçe yetenekleri daha da
artıyordu. Boncuk aileden biri olmuştu sanki.
Boncuk,
kafesi hiç sevmiyordu. Yalnız yem yemek için kafese gönülsüz giriyor,
yedikten sonra da hemen çıkmak istiyordu. Tüm aile onun bu isteğine
hoşgörülü davranıyordu. Hatta onun kafesi değil de kendilerini
sevmesinden gizli bir gurur bile duyuyorlardı.
Bir
gün, herkesi sevince boğan çok önemli bir olay oldu: Boncuk “Boncuk”
demeyi öğrenmişti. Daha bir buçuk aylık ya var ya yok bir kuşun, kendi
adını söyleyebilmesi, öğünülecek, sevinilecek şey değil de, söyleyin
neydi Allah aşkına!...
Boncuk’un
bu cicim ayları uzun sürmedi. Eve gelişinin ikinci ayına girerken,
Boncuk hızla itibar kaybetmeye başladı. Karşısına çıkan her şeyi
gagalıyordu. Salonda bulunan çiçekleri, kitapları, dergileri… Oysa evin
hanımı Hayriye hanım, yıllarını verdiği çiçeklerini birçok şeyden,
özellikle de Boncuk’tan daha çok seviyordu. Yine bunun gibi, kocası
Hasan beyin de kitap sevgisi, Hayriye hanımın çiçek sevgisinden az
değildi. Onlara kalsa, kuşu hemen kafese kapatacaklar, bir daha da
dışarı çıkarmayacaklardı. Ancak ne var ki, ailenin biricik, içe kapanık,
duygusal oğlu Ahmet, buna çok üzülecekti. Bu yüzden bir süre daha bu
duruma katlanmaya karar verdiler.
Ahmet
de durumun farkındaydı. Boncuk’un özgürlüğü, kendi özgürlüklerini
tehdit etmeye başlamıştı. Buna bir çare düşünüyor, bir türlü bulamıyodu.
Anne babasının kestirme yoldan buldukları çareyi, düşünmek bile
istemiyordu.
Uzun
uzun düşündü. Ne zaman, neden, nasıl başlamıştı, kendisinde bu kuş
merakı? Biraz kafasını yorunca, beyninde bazı ipuçları belirir gibi
oldu. Kesin tarihini hatırlayamasa da, bu merakın yaklaşık üç sene
öncesine dayandığını sanıyordu. Kuşkusuz ilk özendirmeyi, aynı mahallede
oturdukları, aynı okulda okudukları bazı arkadaşları aşılamışlardı.
Onu, evlerine götürmüşler, kafeslerdeki kuşlarını göstermişlerdi. Şimdi
iyice hatırlıyordu. Ondan sonra, içinde kuşu olan bir kafese sahip olmak
onda, ne anlama geldiğini hiç düşünmeden, öylece kendiliğinden
oluşmuştu. Ne kuşu tanıyordu, ne kafesi. Kuşların kafesler içinde,
insanlar arasında gayet mutlu yaşadıklarını sanıyordu. Bu mutluluğu
Boncuk'tan önceki kuşta açıkça görmüştü. Oysa şimdi, Boncuk sayesinde
anlıyordu ki, kuşlar özgürlük için yaratılmışlardı. Özgürce uçabilmeleri
için. Kanatlar bunun en büyük kanıtıydı. Bir an gözlerinin önüne,
Boncuk’un salonda, sevinç çığlıkları atarak uçuşları geldi.
Düşüncelerinin doğruluğuna inancı daha bir pekişti. Evet, kuşlar
özgürce uçabilmek için yaratılmışlardı. Ve biz insanlar da onları, hiç
düşünmeden kafese kapatıyorduk. Eğer bu düşüncelerine, tâ başından sahip
olmuş olsaydı, ne kuş alırdı, ne de kafes. Fakat şimdi ne yapabilirdi?
Boncuk’u, ne birine hediye edebilir, ne onu tabiatın özgür kollarına
bırakabilir, ne de kafese kapatabilirdi. Çünkü ona alışmıştı. Onu çok
seviyordu. Karar verdi: Onun için sonuna kadar mücadele edecekti.
Aslında
Boncuk, zaman içinde kafesi kendi yuvası olarak benimsemişti. Bu
benimseyiş, insanlar kendi evlerini nasıl benimsiyorsa, öyleydi.
İstediği zaman girebileceği, istediği zaman çıkabileceği bir yuva. Bunu
kabulleniyordu Boncuk. Ama tek bir şartla:Kafesin kapısı açık olmalıydı.
Ahmet kaç kez gözlemişti: Boncuk dışarıda bir süre uçup, oynayıp yorgun
düştükten sonra, kendiliğinden kafese giriyor, karnını doyuruyor,
uyuyordu. Uyanınca da hemen kafesten dışarı çıkmıyor, içerdeki
nesnelerle oynuyor, oyalanıyordu. Ama bütün bunlar, dışardan bir baskı
olmaksızın, hep kendi isteğiyle olan şeylerdi. Kendi isteğiyle kafesin
içinde saatlerce durabiliyordu. Ama başkasının isteğiyle beş dakika
tutamazdınız. Dışarıdayken de bazen kısa süre sonra, kendiliğinden
kafese giriyordu. Ama sabahtan akşama kadar dışarıda dursa bile, siz
yakalayıp da kafese koymak isterseniz, onu gönüllü olarak kafese
sokamazdınız.
Ahmet,
bu gözlemlerini annesine, babasına anlattı. Kafesin kapağı sürekli açık
bırakılırsa, Boncuk’la sağlıklı ilişkiler kurulabileceğini söyledi.
Konu enine boyuna tartışıldı. Sonunda ailecek bir karara varıldı:
Gündüzleri kafes sürekli açık olacak, Boncuk kafes dışındayken sürekli
başında bir nöbetçi olacak ki, Boncuk’un çiçeklere ve kitaplara
saldırısı önlensin. Geceleri herkes yatarken Boncuk da kafese
kapatılacak.
Bu son alınan kararlar
aile için, işkence günlerinin başlangıcı oldu. Boncuk’un özgürlüğü
için, ailenin köleliği başlamıştı. Gündüzleri Ahmet okuldaydı. Hasan bey
de bir okulda öğretmendi. Boncuk’a nöbetçilik işi Hayriye hanıma
kalıyordu. Mutfağa gitse, aklı kuşta; salondan başka bir odaya gitse,
aklı kuşta; bahçede bir işi olsa, aklı kuşta. Nasıl aklı kuşta olmasındı
ki!... Kuşun yanından beş dakika ayrılsa ya bir çiçek, ya bir kitap
tanınmaz hale geliyordu. Hayriye hanım önceleri, evde canı sıkıldığı
zaman, bir iki çift laflaşmak için komşulara giderdi. Şimdi, Allah
kahretsin!.. Bu kuşun başını beklemek zorundaydı. Bütün bunlara biricik
oğlu Ahmet için katlanıyordu. O, izin verse, bir dakika durmaz, başından
defederdi
bu kuşu. Güzelim çiçeklerini, bakın ne hale getirmişti habis.
Çiçeklerin yapraklarını kevgire çevirmişti kısa zamanda. Günboyu doğru
dürüst ev işlerini de yapamıyordu Hayriye hanım. Ahmet’in okul dönüşünü
dört gözle bekliyordu. Sonunda beklediği mutlu an gelip çatıyor, Ahmet
geliyor, Hayriye hanım da derin bir oh çekiyordu. Ahmet’e, kuşun o gün
çektirdiklerini bir bir anlatıyor, özgürlüğün tadını çıkarmak için,
aceleyle kapağı bir komşuya atıyordu.
Ahmet
nöbeti hemen devir alıyordu. O da ne ders çalışabiliyor, ne televizyon
izleyebiliyor, ne sokağa çıkabiliyordu. Ama o, bütün bunlardan şikâyetçi
değildi. Hatta o, kendisini bütün olanların sorumlusu bir suçlu gibi
hissediyordu. Boncuk’la başbaşa kaldığı bu nöbetlerinde, Boncuk’u
eğitmeye çabalıyordu. Boncuk çiçeklere ve kitaplara yaklaştığı zaman
ona, sert uyarılar yapıyordu:
- Boncuk yaklaşma ona!... Boncuk çekil oradan!... Boncuk gel buraya!...
Boncuk’un
bu uyarılara aldırdığı yoktu. Bildiğini yapıyordu. Ahmet ne kadar
çabalarsa çabalasın, onu tehlike bölgelerinden, eliyle kovalamadıkça bir
sonuç alamıyordu. Bu böyle olmayacaktı. Başka çareler düşünmeliydi. O
çareleri de bir türlü bulamıyordu.
Bu
nöbetleşe kuş bakma olayı birkaç hafta sürdü. Daha da sürecekti. Ama
Boncuk bir gün, hiç beklenmedik bir suç işledi. Hayriye hanım, bahçeye
çöp dökmeye gitmişti. Boncuk hızla uçuşa kalkarak gitti,
salon duvarında bulunan bir resim çerçevesinin üzerine kondu. Bu, Hasan
beyin babasının, bir eşi bulunmayan resmiydi. Hasan bey bu resme çok
değer verirdi. Boncuk, çerçevenin asılı olduğu çiviyi gagalamaya
başladı. Derken çiviyi yerinden oynattı. Çerçeve yere düştü. Çerçevenin
camı kırıldı. Bu kadarla kalsaydı, mesele yoktu. Yeniden camlatılır,
yerine asılırdı. Ama Boncuk buna da izin vermedi. Düşen çerçevenin
arksından o da indi. Resmi gagasıyla didik didik ederek, tanınmaz hale
getirdi. Hayriye hanım döndüğünde, iş işten geçmişti. Bir süre
şaşkınlıktan ne yapacağını şaşırdı. Aklından delice şeyler geçiyordu.
Kuşu öldürmemek için kendini zor tuttu. Durumu Hasan beye nasıl
açıklayacaktı? Bildiği bir şey varsa, bu lânet kuşun derhal kafesine
kapatılmasıydı. Artık yeterdi. Ahmet gelince, ona açık açık bu
düşündüklerini söyleyecekti.
Boncuk
eve geleli üç ay dolmuştu. Üç gündür kafeste hapisti. Ve Ahmet de artık
onun tüm yalvarmalarına aldırmıyordu. Çünkü Boncuk, bu cezayı hak
etmişti. Boncuk, çırpına çırpına sonunda yorgun düştü. Çırpınışları
durmuştu. Gitti plastik dala kondu. Uyumaya başladı. Saatler geçtiği
halde Boncuk’ta bir hareket yoktu. Öylece şapşal şapşal bakınıyordu.
Ahmet birkaç kez “Boncuuk!... Boncuuk!...” diye seslendi. Kuş oralı
olmadı. Kafesi açtı yerinden bile kıpırdamadı. Ahmet eline almak istedi.
Boncuk vahşî çığlıklar çıkararak elinden kaçtı. “Allah Allah!... Ne
oldu bu kuşa!...” dedi Ahmet. Kafesi kapattı. Gözleri dolmuştu. Ağlamaya
başladı.
Eski
Boncuk gitmiş, yerini ürkek, korkak bir kuşa bırakmıştı. Boncuk tıpkı
eski kuşları gibi olmuştu. Ahmet şöyle düşünüyordu. Biz insanlar, her
şeyi kendi yararımıza kullanıyoruz. Güzellikleri bile
çirkinleştiriyoruz. İşte şimdi Boncuk’un da yaratılışını değiştirmiş,
onu bir süs bitkisi haline sokmuştuk. Hayır, haksızlıktı bu!...
Boncuklar, Boncuk kalmalıydı. Kuşlar kafeslerin, evlerin değil,
gökyüzünün süsleridir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder